Önsöz

Fotoğrafım
Köprünün üzerinde omzumda uyurken, seni izliyordum, boğazı aldatırken.

11.30.2008

Yeraltından Notlar


Genç yaşlarda annesini kaybeden Fyodor, babasının da ölümünden sonra babasının ölümünü istediği düşüncesi yakasını hiç bırakmaz ve bunalıma düşer. Bazı yazarlara göre de ilk sara nöbetlerine bu suçluluk duygusu neden olur. Freud ve birçok psikanalizci de dehasıyla hastalığı arasında doğrudan bir bağlantı kurarlar. Oysa bu bağlantı yazarın bu nöbetler arasında gösterdiği zihin açıklığı kavramını desteklemez. Bu hastalık Dostoyevski için istemdışı fakat ayrıcalıklı bir deneyim olmuştur.


Hayatımda büyük yer kaplayan Dostoyevski’nin hayatını ve yapıtlarını iki ayrı bölüme ayırabiliriz. Birincisi; düşünce suçundan idam cezası almadan önceki romanları ve denemeleri, ikincisi; idam cezasında çarptırıldıktan, affedildiği cezanın uygulanmasına birkaç dakika kala bildirildikten ve dört yıl sürgüne gönderilmesinden sonraki yapıtları. Büyük metafizik romanlarının ilki ve tüm yapıtlarının anahtarı olan Yeraltından Notlar işte bu ikinci bölümde yer alır.


Aşağılanmanın zevki veya kendi kendimizi aşağılamanın zevkli ve yaratıcı olduğunu hayatımızın birkaç döneminde yaşamışızdır (yaşamalıyız). Aşağılık ve değersiz birisi olduğumuzu, kendimizi inandırmak ister gibi, benliğimize söylediğimizde; hayatın o düz çizgisinden ve diğer insanlara benzeme korkusundan veya en azından kurallara ve yasalara uymanın boğucu endişesinden kurtulduğumuzu fark edebiliriz. İşte bu son nokta o kadar rahattır ki, bizi özgürlük ve yalnızlık derecesine getiren öfkemize minnettar oluruz. Tabi ki yirmi iki yaşımda, bu yorumları, bana hissettirdikleri şeylerden yola çıkarak yazabilirim. Eminim ki bu yorumlar kırk yaşında çok farklı olacaktır (yazının kahramanı, insanın kırkına kadar yaşaması aptallıktır demiştir fakat bu notları yazdığında kırk üç yaşındadır). Bu yeraltındaki adamın, büyükşehirdeki (Petersburg) yaşadığı yalnızlık ve iğneliyici öfke, yirmi iki yaşımda İstanbul’da benim yaşadığım, hissettiğim, bildiğimi bilmeden bildiğim pek çok şeyi açıkça dile getirdiği için önemlidir Yeraltından Notlar.

11.28.2008

your pretty face is going to hell.



Nekadar da gençtik, hayatlarımız yeni başlamıştı. Bitime daha çok var, uzun yıllar. Bunları fısıldadın kulağıma. Sen herşeyin farkındasın, ben ise hiçbirşeyin. Nefesini hissediyorum çok uzakta, dokunuşunuda gerçek ve çok yakınımda. Sen aşıladın bana bu hayatı, sorumlusu sensin. Hiç vazgeçmiyeceksin değilmi bu düşüncelerden? İşte geldiğim bu son noktada herşey kayboluyor.


Bu başlıkta senin için, üzgünüm ama doğru.

11.27.2008

…And Justice For All çalalım


Çoğu Metallica hayranının aksine ben küçük yaşlardan beri dinlerdim onları demiyorum. Dinlemezdim ve eğer dinleseydimde anlamazdım. Bu fikirlere anlam veremiyorum. Metallica’yı bir bütün yapan, iyi sözlerin, iyi gitar rifflerinin, iyi davulların ve iyi bas rifflerinin (Cliff ölene dek) bir birleşimidir. İlk üç albümünün ‘yeraltı’ kültüründen gelmeside bunun bir etkisidir. Açıkçası onların bir yeraltı gurubu olarak kalmalarını istemezdim. Müziğin kalitesi arttıkça, giderek zorlaşan bir durum karşımıza çıkabilir. Yani elinizde iyi besteler var, bunlara iyi sözler yazılmış bunlar popüler kültüre giden bir yol olarakta gösterilebilir.
90 lı yılların başından günümüze geldiğimizde artık yaşlanmış 4 adamın hala değişik birşeyler yapma çabası var ve herşeye rağmen ellerinden geleni yapıyorlar diyebiliriz. Sonuçta dört ay önceki konserde, o ışıkların söndüğü bir anda, artık konser için son saniyeleri sayarken, duygu karmaşası ve engellenemez o heyecanı, hayatta kaç farklı olayda yaşayabiliriz. Yada bu heyecanın ücreti nekadardır?

Son olarak her stüdyoya gittiğimizde söyediğimiz gibi : Hadi … And Justice For All çalalım.

11.25.2008

bandini


Her sabah bu duyguyla kalkıyordum yataktan. Şimdi kendime bir iş bulmam lazım, lanet olsun. Kahvaltı ediyor, kolumun altına bir kitap yerleştirip ceplerime kalem doldurduktan sonra kapıdan çıkıyordum. Merdivenden indiğim gibi kendimi dışarı atıyordum. Bazen sıcak oluyordu hava, bazen soğuk, bazen sisli, bazen açık. Koltuğumun altında kitapla iş aramaya çıktığım için önemi yoktu havanın.
"Ne işi, Arturo? Ha, Ha! Sana iş, öyle mi? Kim olduğunu bir düşünsene, oğlum! Yengeç katili. Hırsız. Elbise dolaplarında çıplak kadın fotoğraflarına bak, sonra da iş bulmayı umut et! Ne kadar gülünç! Ama gidiyor işte, salak, koltuğunun altında kocaman bir kitapla üstelik. Hangi cehenneme gittiğini sanıyorsun, Arturo? Neden o sokağa sapıyorsun da bu sokağa sapmıyorsun? Neden batıya gidiyorsun, neden doğuya değil? Cevap var bana, hırsız! Kim iş verir senin gibi bir domuza, kim? Ama kasabının öteki ucunda bir park var, Arturo. Banning Parkı adı. Harikulade okaliptüs ağaçları var orda, yemyeşil bir park, Arturo. Ne kitap okunur orda! Oraya git, Arturo. Nietzsche oku. Schopenhauer. O muhteşem adamlarla geçir zamanını. İş mi? Peh! Oraya git ve okaliptüs ağaçlarının altında kitabını oku, iş ararken.

crazy/beautiful


neden bazı filmler bu kadar etkileyici olur? Tam olarak nedenini anlamış değilim. İşte Crazy/beautiful'da bunlardan biri benim için. İçine kapanık bir anımda tanışmıştım kendisiyle.

11.24.2008

Hayatperest

Belkide benden daha fazla olgunsun. Hiçbir zaman kabullenmediğin o çocuk ruhunla birlikte.
Neden gülüyorsun mutsuzsan?
Neden ağlıyorsun mutluyken?
Benim yanımda ağlayamadığını biliyorum. Odalara veya tuvaletlere kaçıyorsun, benden, koşarak. Yanaklarındaki nemden ağladığını farketmediğimi mi sanıyorsun? Kimse seni anlayamazmı? Ben anlayamazmıyım?
Yüzüme bak ve cevap ver !

11.13.2008

herneyse

Bir gün önceden buluşma kararı almıştık. O zaman bilmediğim fakat şimdi anladığım nedenle çok değer vermiştim ‘o gün’e.
Sabah uyandığımda uyku mahmurluğumdan kaynaklanan huysuzluğum, yüzümdeki gülümsemenin de belirtisi olduğu gibi, yoktu. Hemen kalkıp haftasonları hariç her sabah yaptığım gibi kendime bir kahve hazırladım ve bilgisayarın başına geçtim. Üzerimdeki uykuyu en iyi bu şekilde atıyordum yada en kolayı buydu. Hatta bu keyfim yüzünden birkaç sabah işe geç kalmıştım ama kimin umrundaydı. On dakika kadar oyalandıktan sonra, duş aldım, hazırlandım ve kendimi bir Eylül sabahının kollarına bıraktım. Yazdan kalma bir hava, kısa kollu gömlek ve ısıtan güneş…
Her sabah olduğu gibi köprü trafiğinin verdiği strese bağlı yorgunlukla ofise geldim. Fakat, bu sefer istemdışı bir hareketle herkesi gülerek selamladım, akıllarında soru işareti bırakarak.
Masama geçtiğimde onunla tanıştıktan sonraki her sabahtan farklı olarak, o sabah internette yoktu. Bunu henüz uyanmamış olmasının üstüne attım. Aslına bakarsanız, yine şimdi farkettiğim gibi; hani ‘birşeyi beklersen zaman çabuk geçmez’ derler ya, bu düşünce o gün işe yaramamış zaman çok çabuk geçmiş öğlen olmuştu. Bir gün önce beraber karşıya geçme fikri dışında hala o gün buluşmamız hakkında konuşmamıştık.
Daha sonra asansörle bir alt kata inerken üzerimdeki kıyafetler ilginç bir şekilde dikkatimi çekti. Hiç beğenmediğimi fark ettim. Hayır hayır iğrençti üzerimdekiler bana yakışmıyordu, o gün böyle olamazdı, yada nedensiz bir paranoyaydı bu. Hızlıca düşündüm ve eve gidip kıyafetlerimi değiştirmeye karar verdim. Hatta ilk önce yeni bir gömlek almalıydım. Öğle tatilinde yeni bir gömlek alıp hemen müdürün yanına gittim, öğleden sonrası için izin aldım ve tekrar anadolu yakasına geçtim. Eve girdim hemen üstümü değiştirip bilgisayarın başına oturdum. O’ da ben yoldayken uyanmış ve benden haber beklemişti. O’na hala Beşiktaş’ta ofiste olduğumu söyledim ve bir önceki gün konuştuğumuz gibi Beşiktaş’tan vapurla birlikte karşıya geçmenin iyi bir fikir olduğunda karar kıldık. Zaman kaybetmemem gerektiği için hemen yola koyuldum. Beni şimdi bile gülümseten yol boyunca onunla mesajlaşmamızın verdiği his olmalı. Tekrar Beşiktaş’a geldiğimde neyseki henüz gelmemişti. İşte tam onu o meydanda beklerken zamanın geçmediğini farkettim. Bu bir kavram değişimiydi.
Tam O artık gelmek üzereydi ki :

kararsız kaldım
vazgeçtim
görüşmek istemedim
onunla
veya herneyse
sadece gittim.

11.08.2008

- Ben ölümden korkmuyorum. Sen korkuyormusun ?

- Ben senin ölmenden korkuyorum.

11.07.2008

En mutsuz anımmış, bilmiyordum.


Bundan iki yıl önce bir Temmuz sabahıydı. Sıcaktan kavuran güneş, odama girerken mutsuz uyanmıştım. Çünkü o büyük gün gelmişti. Karşıya geçip Taksim’e gidecek ve kız arkadaşımla ayrılık konuşmasını yapıcaktım. Hiç beceremezdim bu konuşmaları ne varki bir gece öncesinden yazdığım iki sayfalık mektubumla hazırlıklıydım.
Yatağımdan doğruldum ve hemen sağ tarafımdaki penceremin önünde düşünceli düşünceli dışarı bakmaya başladım. Henüz saat 10.00 olduğu için, önümdeki sokağın boşluğu ve sessizliği beni hüzünlendirmeye yetmişti o Pazar sabahı. İşte tam hayatın anlamı ve değeri hakkında düşünürken, salondan gelen bir sesle irkildim, bozguna uğradım, ve bütün o güzel Pazar sabahı hakkındaki düşüncelerim aklımdan sildim. “Hadi oğlum kalktıysan git de şu fırından iki ekmek al. Seni bekliyoruz bi saattir!” Tanıdık bir sesti bu. Salondan, annemden geliyordu. O ses bütün o melankolik havayı dağıtmış, yerine fırına gitmek için eşortman giyme çabasını getirmişti.
Fırından geldim ve hiç konuşmadan hemen sofraya oturdum. Sofrada kimseyle konuşmuyor, üzgün bir edayla tabağımdaki kahvaltılıklarla oynuyordum. İçimden “birazdan neden üzgün olduğumu sorarlar ve yine o havaya girerim dedim”. Fakat annem tam bu düşüncenin ardından; tabağımdaki peyniri bitirmeden sofradan kesinlikle kalkamayacağımı söyledi. Ve artık zor sinirlenen ben, sinirlenmiştim. Bu söylemlerle düşünceli olamazdım!. En iyisi Beşiktaş’a geçiyim ve bir iki arkadaşımla vakit geçiriyim dedim. “Ben dışarı çıkıyorum” deyip sofradan kalktım, odama geçip en sevdiğim tişörtümü ve pantolunumu giydikten sonra kendimi dışarı attım.
Bostancıda ki taksim dolmuş durağına geldim ve hemen ilk sıradaki dolmuşa bindim, arkadaki cam kenarına oturdum. İstanbul’da her Pazar sabahı olduğu gibi o sabahta yollar bomboştu. Yanağımı cama dayamış Boğaz köprüsünden boğazı izlerken içimden “keşke her gün trafik bu kadar boş olsa lan” dedim ve kendimden tiksindim. Boğazın esrarengiz güzelliği bile beni hüzünlendirmeye yetmemişti.
Beşiktaş’a geldiğimde saatime baktım ve henüz o büyük buluşmaya 1 saat olduğunu farkettim. Kabalcı Kitap evinin( ki en sevdiğim kitapçıdır) önünden Ihlamur Dere caddesine doğru yürürken Kitap evinin az ilerisindeki pastanenin önünde Çetin’i gördüm. Çetin pastanecinin oğluydu. Aynı ilk okulda okumuştuk Çetin’le. Tam “ee nasıl gidiyo?” yla başlayan cümlerlerle sohbet ederken Çetin’in babasının sesi yankılandı kulaklarımda. Ses tam olarak şöyle diyordu: “ Oğlum çekilde şuraya bi kova su dökiyim tozdan geçilmiyor!”. Ben tam Çetin’in arkasında olduğum için babası beni görmemiş, Çetin’de adi bir arkadaş gibi çekilmişti. Babası da suyu fırlatırken aynı anda bağırdığı için suyun üzerime geldiğini farkedicek zamanımda yoktu. Ve o en sevdiğim ve bugün için sakladığım tişörtüm sırlsıklamdı artık. Donup kalmıştım, ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Tişörtümle beraber, ezberlemek için yanıma aldığım “ayrılık mektubum” da ıslanmıştı. Birde Çetin’in “olum hava çok sıcak zaten, serinledin lan ehe ehe “ şeklindeki kahkahası eklenince, geri döndüm ve ilk otobüsle hemen Taksim’e gittim.
Otobüsten garip bakışlar ve gülüşmeler eşliğinde indikten sonra meydandan İstiklal Caddesi’ne doğru yürürken “neyse yarım saatim daha var umarım kurur” diye geçirdim içimden. Tam meydandaki Burger King’in önüne geldiğimde, donuk bakışlarla sigara içen Pınar’ı gördüm. O da işi olmadığı için buluşmaya erken gelmişti. Bu kadarı da olmazdı! Pınarın yanına gitim, elini tuttum ve etkileyici bir ses tonuyla : “konuşmamız lazım” dedim. Fakat Pınar beni dinlemiyor “ne oldu canım sana? Ne bu halin” dedikten sonra gülmeye başlıyordu. Talihsiz olayı anlattıktan sonra Pınarı durdurmak artık imkansızdı. Ne desem gülmeye başlamış , benim o üzgün havamdan eser kalmamıştı. Daha da kötüsü bende onunla birlikte gülmeye başlamış, Çetin’e ettiğim küfürleri sayamaz olmuştum.
O gün de konuşamadım Pınarla… Ama herşeye rağmen akşam eve dönerken çok düşünceliydim.

11.03.2008

Unutun bu hikayeyi




Adı Kaan’dı. Yirmibir yaşındaydı ve günahına dönüyordu. Tren yolu köprüsüne doğru çıkan yokuşu tırmanırken, aklına gelen yüzlerce düşünce, yüzlerce anı, dayanılmaz bir çıkmaza sürüklemeye yetiyordu, üşümüş kalbini.

Sekiz saat süren yolculuktan sonra otobüsten indiğinde, bundan iki yıl üç ay öncesi canlandı uykulu gözlerinde. 2005 Ekimi. Sabahın 06.00‘sında inmiş ve garın hemen önündeki kaldırımda güvercinlere yem veren görevliyi izlemişti. Hiç bir şey değişmediğini fark etti geçen iki yılda. Aynı insanlar, aynıboşluk, aynı binalar… Yalnızlığı geldi aklına, sonsuza kadar unutmak istediği yaşadıkları… Güvercinlere yem veren aynı görevli, bu sefer bilet satmak için uğraşıyor, bağırıyordu. İşte şimdi yine o nefret ettiği kasabadaydı.

Garın önündeki büyük kaldırımdan yürümeye başladı, bir sigara yaktı ve garın hemen arkasındaki sokağa saptı. 10 cm buz üstünde 20 cm karda yürüyordu. Her yıl kış aylarında kasabada o kalınlıkta kar olur ve üç ay kalkmazdı, bahara kadar. Uzun sokağın başına geldiğinde kuru soğuk pembeleşmiş yüzüne bir tokat gibi çarpıyor, içindeki enerjisini emiyor ve birkaç adımda bir uzun atkısını boynuna daha sıkı dolamak zorunda bırakıyordu. Sigarasını tutan eldivensiz eli çoktan üşümüş, gökyüzü sanki onu istemiyormuş gibi kapalı, koyu bir maviye bürünmüştü.


Cebindeki diğer eliyle cep telefonunu çıkardı ve o akşam kalmak zorunda olduğu arkadaşını aradı. Çok soğuk bir şekilde nasıl olduğunu sordu, adresi aldı 10 dakika sonra geleceğini söyledi ve kapattı. Yürüme mesafesi uzaklığındaydı ev. İki sene boyunca yaşadığı evin iki sokak aşağısında, tren yolunun hemen karşısında.
Tabiki telefonunu çıkardığında ‘ondan mesaj geldi mi acaba?’ sorusu geçmişti aklından. Kendisine bile söylemeye korktuğu, bir gecelikte olsa o kasabaya geri döneceği gerçeğini, o kıza söyleyememiş, cesaretsiz yüreği izin vermemişti.Ondan ilk defa bir şey saklıyordu Kaan..
Mesaj gelmediğini gördü, iç çekti, cepleri soğuktan elini acıtırken, telefonunu yerine koydu.

Tren yolunun üzerindeki köprüye uzanan, o uzun yolda yürüyordu yine. İçinden‘ umarım tanıdık birisi görmem ve hemen defolup giderim buradan’ diye mırıldandı. Yanında kalmak zorunda olduğu arkadaşları hariç, hiçbir tanıdık yüzü görmek(hatırlamak) istemiyor, bunun içinde ; başı, ayakkabılarının kar da çıkardığı izleri izlemek istercesine önde, ve elinden geldiğince etrafa bakmamaya çalışarak yürüyordu. Ne vardı otelde veya bir pansiyonda kalabilecek kadar parası olsaydı. Hiç para biriktiremezdi. Eline geçen bütün parayı harcar, çarçur eder, para saklamazdı düzgün elleri. Uzun sokağı yarılamıştı neyse ki. Birde 'hava bu kadar soğuk olmasa daha hızlı yürürdüm' diye düşünürken ve yine ayakkabılarına bakarken, iki çift ayakkabının kendisine yaklaştığını farketti. Kafasını kaldırdı ve eski bir arkadaşı olan Elif’in küçük yüzünü gördü. İyi bir insan olarak bilirlerdi Kaan’ı, kendisi hariç. Bu yüzden istemsizce de olsa gülümsedi, ruh hali gibi soğuk davranıp uzun zamandır görmediği birisine somurtamazdı Kaan.
Kısa bir sohbet geçti aralarında siyah saçlı kızla. Saçları öyle gür, öyle parlaktı ki yüzüne kızılımtrak bir renk veriyordu. Orda Elif’in dikkatini çeken ilk şey Kaan’ın ifadesiz gözleriydi. Aralarında ki iki ortak nokta ; ikisininde deli gibi kitap okuması ve o kasabadan nefret etmeleriydi. Elif aradığı kitapları kasabada bulamıyor, ailesi her zaman şehre inmesine izin vermiyordu. Kaan’ın kitaplar hakkındaki tavsiyelerini pür dikkat dinler, bahsettiği kitapları kesinlikle okurdu. İkiside sözü fazla uzatmadı vedalaştılar.

Sokağın sonuna gelmişti artık. Uzun sokağın bitimindeki karla kaplı anayoldan, trafiğe nerdeyse kapalı olduğu için rahatça geçti ve köprüye doğru uzanan yokuşu tırmandı. Arkadaşının evi köprünün tam karşısındaki binalardan birisiydi (tarif öyleydi). Köprünün ortasına geldi. Aşağıda birkaç işçi, hareket eden bir tren gibi, soğuk hava yüzünden ağızlarından çıkan dumanlarla birlikte binbir uğraş vererek boş vagonlara kömür yüklüyorlardı. Durdu, kollarını köprünün korkuluklarına dayadı ve işçileri izlemeye başladı.

Şimdi size birazda Kaan’ın tam o anda düşüncelerini ve hissettiklerini anlatmak istiyorum ;

İki yılını (belkide gençliğinin en güzel yıllarını) daha çok kendi hataları ve çaresizlik içinde harcadığı kasabaya geri dönmüş ve iki yıl boyunca hergün izleyip, hayal kurduğu tren raylarının üzerindeydi tekrar. İşte bu çıkmazda ; yaşadığı onca hatıra geldi aklına. Çünkü o tren yolunun ve köprünün Kaan’a anlatacağı en azından birkaç cümle olmalıydı. Öyle düşünüyordu. Ne yani ! yarın kasabadan ayrıldığında bütün yaşanmışlıklar çöpe mi atılacaktı? Pişmanlıklar, gözyaşları, lanetlemeler, coşkunluklar içine gömülmüş yaşanmışlıklar. Oysa ki hayallerinde güzel şeylere sığınarak, ne büyük aşklar yaşamıştı. Canı cehennemeydi gerçek hayatın. Ama yinede 1 aydan fazla hayal kurmaya dayanamaz ve toplum içine karışmaya çalışırdı.

Birde o çok fazla tanımasa bile, hayatını hiç gözünü kırpmadan harcayacak kadar değerli olan, o, mesaj beklediği kızdan ne kadar uzaktı. Mesafe olarak değildi kesinlikle! Ruh olarak, büyüme olarak, değer olarak. Hayatındaki her adımı onun için atıyor, o kızın bunların hiçbirinin farkında olmaması hatta bilmemesi çok hoşuna gidiyordu. Evet geçmişinden utanmış, kaçmış, o kasabaya dönerken yalan söylemişti. İşte asıl Kaan’a dayanılmaz bir acı veren buydu.

Artık hava iyice kararmaya başlamış, zaten karanlık olan gökyüzü mavinin tonlarında gezinmeye devam etmişti. Tekrar çok üşüdüğünü fark etti. Değişik bir sarhoşluk vardı üzerinde. Ne yaptığını düşünemiyordu artık. Yavaşça korkuluğun üzerine çıkmaya başladı. Soğuktan zor hareket eden kolları ve bacakları ona yardım edemiyordu. Kömür işçileri işlerini bırakıp onu izlemeye başladılar. Yaklaşık bir dakika sonra, bütün bedeniyle korkulukların üzerin ayakta duruyordu. Gözlerini kapattı, yüzünde ki insanı delirtir şekilde bir gülümsemeyle kendini karla kaplı rayların üzerine bıraktı.

Ve …

Birisi odanın kapısını mı zorluyordu? Odanın dışındakilerin ne konuştuğunu, kelimeleri ve cümleleri tam olarak anlayamıyordu, yerinden kıpırdayamadığı gibi.

- Kaan içeridemisin?
- Lütfen aç artık kapıyı.
- Kapıyı kırmamız lazım duymuyor! Kaç saattir içeride.

Gürültüye benzer birşey duyar gibi oldu ama tam olarak anlayamıyordu.

- Sevgilim iyimisin?
- Allah’ım bunların hepsini o içmiş olamaz! Uyandırmamız lazım.
- Alkol komasına girmiş olmalı

Hala tam olarak anlayamadığı, ama melodisinden fark ettiği birşeyler vardı. Evet evet bir şarkı çalıyordu. Fakat nerede?

I'm not your star
I'm not that beam of light
Here to save your life
To make your wallet fat
While mine's on a diet
It's not my greatest care
But simple needs are scarce
It's never-ending
It really seems unfair
But lately I don't care
I don't care about much
I've given up trying

*



- Yeter ona vurmayı bırak artık! Ambulansı aradın mı?

Giderek belirsizleşiyor
Giderek belirsizleşiyor


Giderek ...



( * Dredg – Catch Without Arms )