Önsöz

Fotoğrafım
Köprünün üzerinde omzumda uyurken, seni izliyordum, boğazı aldatırken.

7.23.2010

sulu sepken üstüne




Ateşli sözlerimle kandırıp
Yanlış yolun karanlığından
Düşmüş ruhunu kurtardığım zaman,
Derin bir azap duyarak
Seni saran ayıbı
Pişmanlık içinde lanetledin.
Unutkan vicdanını anılarınla
cezalandırmak için,
Benden önce olanları
Tek tek bana anlatırken
Birden bire yüzünü ellerinle kapadın;
Ruhundaki isyan sonunda
Utançla, dehşetle sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun
vb., vb., vb...


N. A. Nekrasov

7.12.2010

kısa ara.




Kısa bir süre buralarda olmayacağım. Yazılacak bütün kelimeler tükendi bu sabah, parmaklarıma giden damarlar tıkandı.


7.11.2010

kırmızı.


Elimde kırmızı kurdeleler var. İçten, sıcak bir akşamdan kalmış. Romantik bir film dönüşü de olabilir. Hani sen korkutmuştun beni ağladığını herkese söylerim diye. Oysa ben iki damla dökmüştüm. Çok mu? Senin gözyaşlarının yanında hesabı yapılamayacak kadar küçük ve cılız kalan bir anı sadece aklımda.

Elimde kırmızı kurdeleler var, bir kız için saklanmış. Oğlan değil kız! Sanki öyle doğmuş içime. Gecenin üç’ü olmuş içki hala bitmemiş. Daha anlatılmamış her şey. Birkaç roman daha var birbirimize anlatmadığımız. Yazar hata yapmış, ilk önce romanın sonunu yazmış bu sefer. Hangi dönemde yaşandığını unutmuş.

Elimde kırmızı kurdeleler var, tam ortasından kesilmiş. Bizi birbirimize bağlayan bütün ipler “acaba beni hiç sevdi mi” diye düşünürken kopmuş. Aslında elimi uzatsam sana dokunacak gibi. Sadece küçük bir fark var “aramızda okyanuslar”.

Elimde kırmızı kurdeleler var, bir fotoğraf karesini andıran.

Karamukta otururken uzaklara doğru bir bakışın vardı, dalmıştın.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

7.08.2010

geç kalan mektuplar.

Eski bir yazım. Kurmaca bir hikayedir. Gerçekle alakası yoktur.

Geç kalan mektuplar.

Sevgili … 

Bana yazacağını söylemiştin, hatırlıyor musun? Şimdi dört duvarı üzerime gelen, sensiz bir anlamı olmayan, senin çekip çevirdiğin bu evde, güneş ışığı gibi ihtiyacım vardı mektubuna. Birkaç saattir, içimde günlerdir kelimelerinin yokluğuyla zayıflamış kalbim, her ‘an’ ı ‘anı’ ya dönüştürürken, dayanamıyor sensizliğe. Aradan geçen iki haftaya rağmen hâlâ yazmadın bana. Belki de yazamadın, boş ver, artık bir önemi de yok… 

Seni tanımadan önce, sonumun daha da kötüye gideceğini haber veren sinsi bir duygu henüz içime yerleşmemişti. İçimi yavaş yavaş kemiren, yiyip bitiren suçluluk duygusu, gece gündüz demeden işkence yapmaya daha başlamamıştı ve şimdi kendi kendime soruyorum: “Hadi ne oldu rüyalarına?” Başımı üzgün üzgün sallayıp “Yıllar nasıl da geçiyor…” diye mırıldanmaktan başka verecek cevabım yok. Yeniden soruyorum kendime: Gençlik yıllarını nasıl geçirdin? En mutlu anılarını nereye gömdün? Gerçekten yaşadın mı sen? Bak, dünyada her şey nasıl gittikçe soğuyor, görüyor musun? Ve biliyorum ki daha bir çok yıllar böyle gelip geçecek ve arkasından da korkunç yalnızlık bir yılan gibi sürünerek yavaş yavaş gelecek. Bunların farkındayım-farkındasın. Şimdi ise bütün kalbimle nefret ediyorum senden. Ayak bastığın, dokunduğun her yerden, beni düşünmediğin ve yazmadığın her şehirden… 

Sanıyor musun bu yazdıklarım doğru? Ölesiye seviyorum seni. Bir şizofren gibi aşığım sana. 
Mutluyum şu an inan. 
Elveda hayat 
Hoşçakal 

------------------------------------------------------------------------------------------------- 

Sevgili … 

Sana yazacağımı söylemiştim ama, yazmadım-yazamadım. Kendimi toparlayamıyorum iki haftadır, derin bir çıkmazdayım seninle. Çok yıprandım yaşadıklarımızdan, o evde duramazdım, duramadım, yaşayamam. Sen vurdum duymazlığınla, boşvermişliğinle, ipe sapa gelmez düşüncelerinle yaşattın bunları. Ben ise karışıyordum içine, alkolün kanına girmiş kan gibi çabucak pıhtılaşıyordum, gömleğinde kumaşına işliyordum kendimi, ipliğine iplik katıyordum. Çık-rık oluyordum, benden çıkıp, senden giriyordum. 

Ne olur, sevgimin ufacık bir kısmının bile eksildiğini düşünme. Seviyorum seni. Beni yücelten, kadın yapan senin sevgin… Bunu bil. Seninle hayat buldum, seninleyken sadece senin sevginden korktum, eksilmesinden. 

Son mektubunda, işinde terfi aldığını açıklamışsın, ne kadar sevindim bilemezsin. En başta da söylediğim gibi sen çoktan hak ettiğin yerdesin. Yükseleceksin. Lütfen arkadaşlarınla da görüşmeyi ihmal etme. Bir kaçı beni arayıp seni sordu son günlerde. Telefonlara cevap vermiyormuşsun. En azından seni merak eden insanlara karşı bunu yapma. Evin halini de merak etmiyorum değil, ben yokken toplamıyorsundur sen şimdi. Ne kadar bahsetmesen de bu aralar çok içtiğini biliyorum, kendine zarar verme. Beni boş ver, iyiyim bunu bil. 

Bana biraz daha zaman ver lütfen, her şey düzelecek, geçecek söz. 
Umarım bu mektup zamanında eline ulaşır. 
Unutma senden başka şansım yok.

7.05.2010

Su.




Ozan İstanbul’daydı. Sıcak, içten bir arkadaşla konuşma fikri için koşarak Ankara’dan geldi adeta. Beni açık yüreklilikle ve objektif olarak dinledi. Ozan, genlerinde komedi olan, yüzüne baktığında insanda gülme isteği uyandıran bir insandır. Kötü anıların yanında biraz gülmek bana hiç olmazsa nefes aldırdı. Yine de içim donmuş bir kere, eritmek için daha ne sıcaklar gerekiyor. Fakat bir erkek olarak, en yakın arkadaşlarının birinin yanında olması gibi bir ayrıcalık olamaz. Alkolün tadında bile bir değişiklik yapabiliyor. İnsanı sadece, beni tanıyan ve “doğruları” bilen bir insanın varlığı bile yetiyor. Kaç kişiyi kandırabiliriz yalanlarla? Gerçeği saptırarak, kaç sonuca hükmedebiliriz? Ama belki bu “gerçeği saptırmak” bizim kendi benliğimizi rahatlatabilir. Fakat bu ne kadar doğrudur bana attığın mesajlar dururken?

İşte böyle. Ozan yanımdaydı. Dilek aradı. Su’yu görürsen öp benim için. Kendi facebook’unu oluşturur umarım yakında.

Yüzünde, küçüklüğünden kalma saflık, çift katlı otobüste omzumda uyumuştun.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

...



Önce öp sonra doğur beni.

7.04.2010

ama senin.









Ama senin
Daha nen olayım isterdin,
Onursuzunum senin!


C.S.

7.03.2010

kahve.


Hayattan ayılmak için koyu bir kahve içmek istedim ilk önce. Az sütlü, çok kahveli, filtre, sütü soğuk. Büyük bir özenle hazırladım kendime. Kahveyi içtikten sonra “içersen ayılırsın” cümlesinin yalanlığını fark ettim. Hâlâ her şey bulanıktı. Lenslerimi kontrol ettim, hayır onlarda bir sorun yok, sorun sanırım daha büyük. Uzun zamandır olmadığı gibi kendi evimde tek başınayım bu aralar. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. İyi yanı; evde rahatça sigara içebiliyorum, duvarlara bağırarak gitar çalıp söyleyebiliyorum ve istediğim gibi geziyorum. Kötü yanı; … Yokmuş kötü yanı. Hayat hep iyiliklerden ibaretmiş. Hep mutlu olmak zorundaymışız. Her anın farklı bir tadı oluyormuş. Bir cenaze esnasında kahkalarla gülen bir insan gördünüz mü hiç? Bu ne kadar absürt bir durum olurdu değil mi? İşte aslında o anlarda bile mutlu olabilmeliymişiz. Öyle dediler.

Yukarıda yalnız yaşamanın “kötü yanı yok“ dedim ya, yalan! Büyük bir yalan hem de! Bir insan tek başına deliliğin sınırına gelebilir. Ruhsal açıdan kendini tatmin edecek bir yön ararken, evin odaları arasında kaybolabilir ve ayılmak için kendine kahve yapar. Sonuçta kahveden de çok şey beklememek lazım, değil mi?

Zaman diye bir kavram varmış birde. Sormayın bütün gece susmadılar, onu da anlattılar… Mesela bugün Cumartesi, yarın Pazar. Aslında yalnız Pazar günleri, hafta boyunca beraber yaşadığımız evde buluşuyorduk biz. Bir Pazar vardı. Salıları, Çarşambaları falan bulana aşk olsun! Yakalamak için kaç defa peşlerinden koştuysam da olmadı. Zaman her zamanki gibi benden hızlıydı. Yetişemezsin dediler, onu da anlattılar dün gece. “Ne alaka?”dedim. Öğrenirsin dediler. Çokbilmişler…

Bir de sinir kavramı varmış. Bazıları sinir-stres diyorlar ama ikisi ayrı şey abi. Bir insanı öfkelendiren, sinirlendiren durumlar varmış. Eğer bu durumlar sevgiyle birleşirse, sinir katsayısı giderek artıyormuş. Benimki de öyle bir durumdu işte. Burada şu soru çok önemli; bu insan sinirlenmiştir tamam ama neden? Şöyle düşünün, evde yalnız başınıza sevdiğiniz insanı bekliyorsunuz üç saat-dört saat. İki yılını verdiğiniz o insan, telefonda bitti diyor. Adam “nasıl!” diyor. “Nasıl olur?” Öyle bir olur ki… Bitebilir, bitsin. Sorun bu değil. Evet, adam bu durumu kurtarmak için konuşmak istiyor fakat bitebilir de. Adamın tek istediği, iki yılını verdiği bu kadının en azından yüzüne karşı bir şeyler söylemesi. Fakat kadın o sıra eğlenmeli arkadaşlarıyla dışarıda. Adamın durumu, telefonda ki isyanı kimin umurunda… Kadın eğleniyor ya işte. Adam sadece, ama sadece, üzülür o iki yıla. Hak etmedim bu davranışı der. Üç dört saat işte böyle geçer. Adama sinirlenir, kadına, hayata her şeye. Kadın sonun da eve gelir fakat uyuyacak işte neden karışıyorsun! Bir yandan “bitti” der bir diğer kelimesi “uyuyacağım” olur. Adamsa sadece bir açıklama bekliyordur. Sonra, bu yaşananların üstüne adam normal olarak sinirinin son safhasına ulaşır. Kadın boşuna korkar, çünkü adam sadece kendine zarar verebilir. Ama kadın yinede “bu adam neden sinirlendi” diye sormaz kendine. “Neden” sorusu önemlidir oysaki. Gururlu, onurlu, gerçekten çok seven ve bu durumda sinirlenmeyecek birisi olabilir mi? Evet, bu soru da önemlidir.