Önsöz

Fotoğrafım
Köprünün üzerinde omzumda uyurken, seni izliyordum, boğazı aldatırken.

12.16.2010

...

çok değil, az önce
kafamın içinde, karşılıksız düşünceler
dans ediyorlar
uyuşturucudan değil
müzikten kafamız iyi.
dinliyorum
dalıyorum
ve düşüyorum
çıkarsız, tutarsız, sürüklenmiş, ele geçirilmiş, yok edilmiş, karışık, farklı, kontrol dışı ve sonu olamayan bir dünyaya.


25 Nisan 09

...

Biranın gazı kaçıyor, yüzümde çizgiler oluşuyor, para bitiyor, eşyalar-insanlar yıpranıyor,

kaçmayan cinsten çorapların bile ilmikleri dışarı fırlıyor.
Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor.


4 Temmuz 09

...

Koşma, yorulduysan. Bilme, istemiyorsan. Her an gülüyorsan, neden kendimizi esir etmeyelim ki bu zevke? Terapi seansı gibi kullanıyorsak… Yaşadığımız ‘an’a odaklanıyorsak. Kendimizden geçiyorsak… Sende korkuyorsan, yalanlarımızdan.
Eğer bir tavsiye istiyorsan,
kısa ve dokunaklı bir öpücük gibi hissetmelisin. Çünkü;

Her uyuşturucu bir başlangıçtır hayata.
Çok fazla fark eder mi çeşitleri, dünyadan yükseldikten sonra?



3 Ocak 09

eskiler biraz.

Belkide benden daha fazla olgunsun. Hiçbir zaman kabullenmediğin o çocuk ruhunla birlikte.
Neden gülüyorsun mutsuzsan?
Neden ağlıyorsun mutluyken?
Benim yanımda ağlayamadığını biliyorum. Odalara veya tuvaletlere kaçıyorsun, benden, koşarak. Yanaklarındaki nemden ağladığını farketmediğimi mi sanıyorsun? Kimse seni anlayamazmı? Ben anlayamaz mıyım?
Yüzüme bak ve cevap ver !

24 Kasım 08

11.22.2010

Sıradan bir gün.

Kendime kahve yapıyorum bu aralar. Herkes gibiyim. Birkaç gündür evden dışarı çıkmıyorum. Boş vakitlerimde ise kendime kahve yapıyorum. Nedensizce bütün suçu kendime atıyorum. Herkes gibiyim. Bütün suç bende… Öyle mi beyefendi başka ne istersiniz? Bir kahve alabilir miyim? Gördüğünüz gibi herkes gibiyim ve birkaç gündür evdeyim. Ne dışarı çıkma isteğim var ne bu halimi anladığım. Oysaki bu durumu yadırgamam ve ya üzülmem gerekmiyor çünkü ben de herkes gibiyim. Eminim şu an sokağa çıksanız benden kırk tane daha görebilirsiniz. Ben sokakta yürüyen adamım. Ben uzun kuyrukta önünüzde bekleyen ve “keşke onun yerinde olsam” dediğiniz adamım. Ben markette her şeye bakan ama hiçbir şey almadan çıkan adamım. Ben barda tek başına oturan ve yüzünüze bakamayacak kadar utangaç olan adamım. Ben gecenin bir yarısı telefonda karşıdaki kadına bir yandan bağıran, bir yandan ağlayan o gördüğünüz adamım. Ben bazen dikkatinizi çekmem bile görmeden geçersiniz yanımdan. Ben bazen de bakmaktan kendiniz alamayacağınız bir adamım. Siz yok musunuz siz… İşte böyle dediğim gibi; eminim ki benden kırk tane daha bulabilirsiniz. Fakat ben sizi göremem çünkü birkaç gündür evden çıkmıyorum. Açıkçası hiç de pişman değilim, kahvemi içiyorum. Sıradan bir insanım. Herkes gibiyim. Beni diğer erkeklerden ayıran bir özelliğim yok daha da önemlisi duygularım yok. Uçup gitmiş birden. Birisi almış götürmüş sanırım. Şimdi ben otobüste karşınızda oturan adamım. İnceliyorsunuz beni, merak ediyorsunuz biliyorum. Neden küpe taktığımı sormak istiyorsunuz ve ya ne iş yaptığımı. Oysaki boşuna merak ediyorsunuz. Ben sadece otobüste karşınızda oturan adamım. Herkes gibiyim ve bu halimden çok memnunum. Fakat yinede inatla beni farklı olduğuma inandırmak istiyorsunuz. Nedir beni farklı kılan? Şu yazdığım cümleler mi? Yoksa ceketimin içine sakladığım ve birden çıkardığım çiçek mi?(iyi numaradır tavsiye ederim) Ne biliyim, bir gülümsemenize bile ölmeye hazırken sizin beni hiç beklemediğim bir anda öldürmeniz ve sonra “ben ilişki insanı değilim” demeniz mi beni farklı yapıyor?  Hayır, bunların hiçbiri değil. Ben sizi gerçek yapan rüyanızım. Ben, siz hiçbir şey hissedemediğinizde duyduğunuz acıyım. Herkes gibiyim. Oysaki siz farklılık peşindesiniz. Yeni bir şeyler arıyorsunuz biliyorum. Yeni birileri size daha iyi gelebilir. Onlarla farklı yerlere gidebilirsiniz ve ya farklı şeyler yapabilirsiniz. Yenilik güzel şeydir. Hem sonra değişim kaçınılmazdır değil mi? Biliyorum siz sabit bir yerde kalamazsınız, hele sıradan biriyle. Sizi iyi ya da kötü hissettirse de yeni bir ilişki ya da yeni bir sevişme olabilir mesela. Çünkü siz sıkılırsınız ve doymazsınız. Sizin istediğiniz iyi, sakin, dürüst, yakışıklı bir adamdır ama kısa bir süreliğine. Uzun süre o adamdan bıkarsınız. Değişim iyidir. Ben o adam değilim mesela herkes gibiyim. Sizi hiç hayal kırıklığına uğratmam hep mutlu ederim. İstediğiniz adam olurum. Sizin için her şeyi yaparım! Yeter ki bana gülümseyin biraz. Yeter ki yalan söylemeyin. Yeter ki beni yüz üstü bırakmayın çünkü kaldıramam. Herkes gibiyim.

Gecenin bir yarısı bunları yazarken kahve yaptım kendime ve birkaç gündür evden dışarı çıkmıyorum. Son günlerde kendimi suçlu hissediyorum. Evet! Bütün suç bende! Çünkü ben herkes gibiyim. 

10.20.2010

x & y





Yer: Beyoğlu Tünel merdivenler. Günün önemi yok. Saat bilinmiyor.

Y: Kaçıncı defadır uyarıyorum seni, artık kendine çeki düzen vermen gerekiyor. Yaşadığın bu hayatın bir yere gittiği yok, ilerleyemiyorsun, aynı yerdesin. X: Aynada kendi yansımana baktın mı hiç? Benim hayatıma yorum yapacak son kişi değilsin belki ama listenin sonlarındasın. Yaşıyorum sadece, bırak nefes alma özgürlüğümü kullanayım. Y: Peki sen beni de eleştir hatta senden daha aşağıda olayım fakat yakında açık havada boğulmaya başlayacaksın, farkında olmalısın. X: Mesela yavaş içiyorsun bugün. Şu an bu benim için daha büyük bir sorun. Y: Hafızanı boşaltma işlemi nasıl gidiyor? Kurtulabiliyor musun verilerden? X: Hastane yıkıldı, doktorum beni terk etti ve bütün güzel hemşireleri öldürdüm. Son hatırladığım votka içerken saçları uzundu, şarap içerken kısa. Y: Hangi zaman diliminde yaşıyoruz peki? X: Kimsenin mutlu ölmediği bir zamandayız. Y: Kaç seferdir aynı lakırdılar… Bıkmadın mı benimle buluşup boşluk hakkında konuşmaktan? X: Asıl merak ettiğim; neden bana ilgi gösteren her kadına âşık oluyorum? Y: “Her kadın” olarak yaptığın benzetme belki de senin çıkış noktan, belki de kişiliğinin özüne açılan bir kapı, belki de hiçbir şey. Seni tanımak kolay değil. X: En kuytu ıssız köşelerde bile kalabalığım bazen. Bu hiçte sandığın gibi kolay değil. Ne kadar uzaklaşıp kurtulmak istersen o kadar özlüyorsun insanları. Yalnızlık klişe kalıplar halinde etrafını sarıyor fakat biliyorsun ki sabah uyandığında yine yalnız olmak isteyeceksin. Y: Benim sorunumun temeli de bu olmalı. Ne zaman birisine bağlansam daracık bir hücreye kapatılmış gibi hissediyorum. X: o kadarda basit düşünme. O hücreye kiminle kapatıldığında çok önemli ya da bunu hissedebilmek. Bence yaşayacaksın, sadece hissedemiyorsun gerçeği. Oysa ne kadar da güzel yaşanır, hayaldeki kadın gerçeğe dönüştüğünde. Y: Gerçekten hayal ettiğim gibi bir kadın yaşıyor mudur sence? X: Aslında bakarsan öyle birisi yaşamıyor. İnsanları değiştirmeye çalışmak en büyük sorunumuz. Oysa mutluluk o kadar da uzakta olmamalı. Sadece kabul et, o nasılsa öyle sevmeye çalış çünkü gerçek bir histe buna ihtiyaç bile duymayacaksın. Şu karşıdaki adama bak mesela; göründüğü kadar yaşlı olmadığı halde alkol cildini eskitmiş. Saçı sakalı birbirine karışmış, belli ki sokaklarda yaşıyor. Yeterince kilo da almasına ve alnındaki kırışıklıklar yanaklarına kadar inmesine karşın yüzünde farklı bir asillik var. Eminim ki bir zamanlar önemli biriymiş. Mesela bu adam geçmişe dönmeyi ve her şeyi öylece kabul etmeyi ne kadar çok istiyordur. Y: Peki sen geçmişe dönme şansın olsa bunu kabul eder miydin? X: Böyle bir şans için parmaklarımın birisinin kesilmesine bile razıyım fakat kabul etmeli ki böyle bir ihtimal yok. “Elvis”i öldü onun. Belki cennette “Camus” ile konuşabilir.

?

Nerede kalmıştık?

8.24.2010

ne?

Şarkılar anlamını yitiriyor. Oysa ne değerlidir onlar, ne anıları vardır. Üç nokta kırk saniyelik bir şarkı gibi yaşıyorduk hayatı. Ne uzun yıllarca yaşayacak bir eser, ne de bir haftada unutulacak. Ortalarda bir yerde ama özel, herkesin bilmediği, yaşamadığı yaşamlar.

Hayallerdeki kadın değil “gerçek” kadın. Herkes hayalindeki kadına sahip olmak ister fakat bir gerçek kadın vardır. O da faili meçhuldür. Ya öldürmüştür ya ölmüştür. Her ikisinin sonu da aynıdır; yalnızlık.

Boş ve yalnız kaldığımda bir sürü de acı çektim. Yüreğimin bir köşesi acı çektiğime inanmayıp kendimle alay ederken, bir yandan da gerçek bir acıyla kıvranır kıskançlıktan kudururdum. Bir an kendime bakar ve önümde uzun bir hayat olduğunu düşünür, bir an ise gece yarısı eve dönerken hayatımın bundan sonrası anlamsız gelirdi bana. Gülümsedikten hemen sonra duraksardım. “Ne yapıyorum ben?” Kendimde miyim?” “Nedir bu içimden gelen ses?” İçimdeki, yüreğimdeki insanla muhabbet ediyormuş gibi konuşurdum. Benden farklı kişilikte birisi var orda biliyorum. Daha kararlı benden dediğim dedik birisi, sonra devamlı fikir üretiyor fakat ya yok ya da yanlış fikir beyan ediyor. Mesela sinirlerimi kontrol edemediğim saçmalığı gibi. Ne saçmalık ama…

Yazmazsam yaşayamam cümlesini söylerdim bir zamanlar fakat o kadar duygusuzum ki bazen kendime şaşıyorum. Bir yandan da yazacak o kadar çok şey var ki… Şimdilerde yeni bir defterim var her aklıma geleni yazmaya çalıştığım. Bir de baktım sayfaları bomboş kirlenmekten korkuyorlar. Birkaç kere yeltenmedim değil yazmaya çalışmaya, yine de anlamsız geliyor, vazgeçiyorum.

Vazgeçmek demişken; ben vazgeçmedim. Ben gitmedim. Tam tersine arkana geçmiş seni izliyordum. O kadar yakındın ki bana sadece aramızda okyanuslar vardı. Oysa ben teninin kokusunu duyabiliyordum. Bir sonraki hamleni tahmin etmeye çalışırken çoktan yok olmuştun. Çok hızlıydın. Tünelden Karaköy’e indim bugün, yine de yakalayamadım. Yüzlerce kezdir biliyorum bu yolu yüzlerce ayrıntı aklımda.

İki çay söylemiştik biri açık.

8.19.2010

iyiki


Giderken narin ellerinle, tek tek bütün kapıları üzerime kapattın ve neyse ki geri gelip hepsini kilitledin. 
Acaba sorusu sorulmuyor artık, sana giden bütün yollar tıkalı. 
Diğer türlü ne zor olurdu yaşamak…

8.18.2010

beyaz


Herkes o gün için en özel kıyafetlerini giyip hazırlandı. Ankara kuru, sıcak ve olabildiğince yalnızdı o akşam. Yola çıktık ve nikâh-düğün töreninin yapılacağı özel olarak seçilmiş mekâna geldik. Hazırlanırken ve yolda en ufak bir heyecan yoktu bende. Sonuçta ben evlenmiyorum ya… Akşamüzeri kayıp gitmiş, güneş batmaya hazırlanırken özenle yerleştirilmiş, süslenmiş bembeyaz masaların arasından kendi masamıza oturduk. Sağ tarafımda ve karşımda “dost” kelimesinin anlamını güçlendirdiği en iyi arkadaşlarım sol yanımda çok iyi tanıdığım hiç kimse vardı. Bütün o yaşanmışlıklardan sonra güzel sohbet ve gülümsemenin getirdiği mutluluk duygusu yavaş yavaş benliğime yayılmaya başlamıştı. Alkol damarlarımda tam kıvamında dolaşıyor güzel yemeklerle beraber iyi bir ikili oluşturuyordu. Düğün görevlileri yeni gelen konukları da yerlerine yerleştirdi ve klasik müzik eşliğinde sohbetimiz devam etti. Her ayrıntı, herkes gözüme o kadar güzel gözüküyordu ki o gece; şu buluta bakın nasıl da tam yerinde durmuş, ay yeteri kadar aydınlatıyor fazlası zarar. İçki bir başka tatlı, eğlencenin bini bir para… Sigara yak beni diyordu, söndürme sakın. Bir yandan da insanları izliyor, bir yanımdaki bir karşımdakiyle konuşuyor yeni insanlarla tanışıyordum. Böyle keyifli, güzel bir zaman dilimine o kadar ihtiyacım vardı ki… Ama dediğim gibi sol yanım eksikti. Bunu insanların gözünden de çok açık olarak anlayabiliyordum. Bir şey unutmuşum gibi bakıyorlardı bana sanki her biri, her an “sende bir şeyler eksik” diyecek gibi geliyordu. Korkmadığımı söylersem yalan olur. Neyse ki o soru hiç gelmedi. Anladığım kadarıyla herkes her şeyin farkındaydı ve ben mutluydum ayrıca çok eğleniyordum. Yemeklerimiz bittiği ve damarlardaki alkol miktarı tam kıvama geldiği zaman müzik bir anda sustu. Kafamı kaldırdığımda çok şık bir smokin içindeki damadı ve beyazlığı göz kamaştıran gelini gördüm. Çiçekli bir yoldan yavaş adımlarla ve içlerindeki heyecanı saklamaya çalışarak geliyorlardı. O an anladım farklı bir duygu hissettiğimi. Birkaç dakika sonra dudaklarından “evet” kelimesi döküldü ve damat gelini alnından öptü. Belki daha önce anlatmışımdır zor ağladığımı. Ölümlerde bile ağlamadım ben. Fakat o an farklıydı! Değişik bir havası vardı Ankara’nın. Bir anda paramparça olmuştum. Kendi mi durduramıyordum… Diğer yandan o kadar yakışıyorlardı ki birbirlerine. Koşarak kaçtım hemen oradan, uzaklaştım. Bu yaptığıma kendim de inanamıyor bir yandan da durduramıyordum. Ağlamayı kendine yakıştıramayan ben nefes almayı unutmuştum. O an çok farklıydı, çok özeldi. Benimse tek istediğim kendime gelmemekti.

7.23.2010

sulu sepken üstüne




Ateşli sözlerimle kandırıp
Yanlış yolun karanlığından
Düşmüş ruhunu kurtardığım zaman,
Derin bir azap duyarak
Seni saran ayıbı
Pişmanlık içinde lanetledin.
Unutkan vicdanını anılarınla
cezalandırmak için,
Benden önce olanları
Tek tek bana anlatırken
Birden bire yüzünü ellerinle kapadın;
Ruhundaki isyan sonunda
Utançla, dehşetle sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun
vb., vb., vb...


N. A. Nekrasov

7.12.2010

kısa ara.




Kısa bir süre buralarda olmayacağım. Yazılacak bütün kelimeler tükendi bu sabah, parmaklarıma giden damarlar tıkandı.


7.11.2010

kırmızı.


Elimde kırmızı kurdeleler var. İçten, sıcak bir akşamdan kalmış. Romantik bir film dönüşü de olabilir. Hani sen korkutmuştun beni ağladığını herkese söylerim diye. Oysa ben iki damla dökmüştüm. Çok mu? Senin gözyaşlarının yanında hesabı yapılamayacak kadar küçük ve cılız kalan bir anı sadece aklımda.

Elimde kırmızı kurdeleler var, bir kız için saklanmış. Oğlan değil kız! Sanki öyle doğmuş içime. Gecenin üç’ü olmuş içki hala bitmemiş. Daha anlatılmamış her şey. Birkaç roman daha var birbirimize anlatmadığımız. Yazar hata yapmış, ilk önce romanın sonunu yazmış bu sefer. Hangi dönemde yaşandığını unutmuş.

Elimde kırmızı kurdeleler var, tam ortasından kesilmiş. Bizi birbirimize bağlayan bütün ipler “acaba beni hiç sevdi mi” diye düşünürken kopmuş. Aslında elimi uzatsam sana dokunacak gibi. Sadece küçük bir fark var “aramızda okyanuslar”.

Elimde kırmızı kurdeleler var, bir fotoğraf karesini andıran.

Karamukta otururken uzaklara doğru bir bakışın vardı, dalmıştın.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

7.08.2010

geç kalan mektuplar.

Eski bir yazım. Kurmaca bir hikayedir. Gerçekle alakası yoktur.

Geç kalan mektuplar.

Sevgili … 

Bana yazacağını söylemiştin, hatırlıyor musun? Şimdi dört duvarı üzerime gelen, sensiz bir anlamı olmayan, senin çekip çevirdiğin bu evde, güneş ışığı gibi ihtiyacım vardı mektubuna. Birkaç saattir, içimde günlerdir kelimelerinin yokluğuyla zayıflamış kalbim, her ‘an’ ı ‘anı’ ya dönüştürürken, dayanamıyor sensizliğe. Aradan geçen iki haftaya rağmen hâlâ yazmadın bana. Belki de yazamadın, boş ver, artık bir önemi de yok… 

Seni tanımadan önce, sonumun daha da kötüye gideceğini haber veren sinsi bir duygu henüz içime yerleşmemişti. İçimi yavaş yavaş kemiren, yiyip bitiren suçluluk duygusu, gece gündüz demeden işkence yapmaya daha başlamamıştı ve şimdi kendi kendime soruyorum: “Hadi ne oldu rüyalarına?” Başımı üzgün üzgün sallayıp “Yıllar nasıl da geçiyor…” diye mırıldanmaktan başka verecek cevabım yok. Yeniden soruyorum kendime: Gençlik yıllarını nasıl geçirdin? En mutlu anılarını nereye gömdün? Gerçekten yaşadın mı sen? Bak, dünyada her şey nasıl gittikçe soğuyor, görüyor musun? Ve biliyorum ki daha bir çok yıllar böyle gelip geçecek ve arkasından da korkunç yalnızlık bir yılan gibi sürünerek yavaş yavaş gelecek. Bunların farkındayım-farkındasın. Şimdi ise bütün kalbimle nefret ediyorum senden. Ayak bastığın, dokunduğun her yerden, beni düşünmediğin ve yazmadığın her şehirden… 

Sanıyor musun bu yazdıklarım doğru? Ölesiye seviyorum seni. Bir şizofren gibi aşığım sana. 
Mutluyum şu an inan. 
Elveda hayat 
Hoşçakal 

------------------------------------------------------------------------------------------------- 

Sevgili … 

Sana yazacağımı söylemiştim ama, yazmadım-yazamadım. Kendimi toparlayamıyorum iki haftadır, derin bir çıkmazdayım seninle. Çok yıprandım yaşadıklarımızdan, o evde duramazdım, duramadım, yaşayamam. Sen vurdum duymazlığınla, boşvermişliğinle, ipe sapa gelmez düşüncelerinle yaşattın bunları. Ben ise karışıyordum içine, alkolün kanına girmiş kan gibi çabucak pıhtılaşıyordum, gömleğinde kumaşına işliyordum kendimi, ipliğine iplik katıyordum. Çık-rık oluyordum, benden çıkıp, senden giriyordum. 

Ne olur, sevgimin ufacık bir kısmının bile eksildiğini düşünme. Seviyorum seni. Beni yücelten, kadın yapan senin sevgin… Bunu bil. Seninle hayat buldum, seninleyken sadece senin sevginden korktum, eksilmesinden. 

Son mektubunda, işinde terfi aldığını açıklamışsın, ne kadar sevindim bilemezsin. En başta da söylediğim gibi sen çoktan hak ettiğin yerdesin. Yükseleceksin. Lütfen arkadaşlarınla da görüşmeyi ihmal etme. Bir kaçı beni arayıp seni sordu son günlerde. Telefonlara cevap vermiyormuşsun. En azından seni merak eden insanlara karşı bunu yapma. Evin halini de merak etmiyorum değil, ben yokken toplamıyorsundur sen şimdi. Ne kadar bahsetmesen de bu aralar çok içtiğini biliyorum, kendine zarar verme. Beni boş ver, iyiyim bunu bil. 

Bana biraz daha zaman ver lütfen, her şey düzelecek, geçecek söz. 
Umarım bu mektup zamanında eline ulaşır. 
Unutma senden başka şansım yok.

7.05.2010

Su.




Ozan İstanbul’daydı. Sıcak, içten bir arkadaşla konuşma fikri için koşarak Ankara’dan geldi adeta. Beni açık yüreklilikle ve objektif olarak dinledi. Ozan, genlerinde komedi olan, yüzüne baktığında insanda gülme isteği uyandıran bir insandır. Kötü anıların yanında biraz gülmek bana hiç olmazsa nefes aldırdı. Yine de içim donmuş bir kere, eritmek için daha ne sıcaklar gerekiyor. Fakat bir erkek olarak, en yakın arkadaşlarının birinin yanında olması gibi bir ayrıcalık olamaz. Alkolün tadında bile bir değişiklik yapabiliyor. İnsanı sadece, beni tanıyan ve “doğruları” bilen bir insanın varlığı bile yetiyor. Kaç kişiyi kandırabiliriz yalanlarla? Gerçeği saptırarak, kaç sonuca hükmedebiliriz? Ama belki bu “gerçeği saptırmak” bizim kendi benliğimizi rahatlatabilir. Fakat bu ne kadar doğrudur bana attığın mesajlar dururken?

İşte böyle. Ozan yanımdaydı. Dilek aradı. Su’yu görürsen öp benim için. Kendi facebook’unu oluşturur umarım yakında.

Yüzünde, küçüklüğünden kalma saflık, çift katlı otobüste omzumda uyumuştun.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

...



Önce öp sonra doğur beni.

7.04.2010

ama senin.









Ama senin
Daha nen olayım isterdin,
Onursuzunum senin!


C.S.

7.03.2010

kahve.


Hayattan ayılmak için koyu bir kahve içmek istedim ilk önce. Az sütlü, çok kahveli, filtre, sütü soğuk. Büyük bir özenle hazırladım kendime. Kahveyi içtikten sonra “içersen ayılırsın” cümlesinin yalanlığını fark ettim. Hâlâ her şey bulanıktı. Lenslerimi kontrol ettim, hayır onlarda bir sorun yok, sorun sanırım daha büyük. Uzun zamandır olmadığı gibi kendi evimde tek başınayım bu aralar. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. İyi yanı; evde rahatça sigara içebiliyorum, duvarlara bağırarak gitar çalıp söyleyebiliyorum ve istediğim gibi geziyorum. Kötü yanı; … Yokmuş kötü yanı. Hayat hep iyiliklerden ibaretmiş. Hep mutlu olmak zorundaymışız. Her anın farklı bir tadı oluyormuş. Bir cenaze esnasında kahkalarla gülen bir insan gördünüz mü hiç? Bu ne kadar absürt bir durum olurdu değil mi? İşte aslında o anlarda bile mutlu olabilmeliymişiz. Öyle dediler.

Yukarıda yalnız yaşamanın “kötü yanı yok“ dedim ya, yalan! Büyük bir yalan hem de! Bir insan tek başına deliliğin sınırına gelebilir. Ruhsal açıdan kendini tatmin edecek bir yön ararken, evin odaları arasında kaybolabilir ve ayılmak için kendine kahve yapar. Sonuçta kahveden de çok şey beklememek lazım, değil mi?

Zaman diye bir kavram varmış birde. Sormayın bütün gece susmadılar, onu da anlattılar… Mesela bugün Cumartesi, yarın Pazar. Aslında yalnız Pazar günleri, hafta boyunca beraber yaşadığımız evde buluşuyorduk biz. Bir Pazar vardı. Salıları, Çarşambaları falan bulana aşk olsun! Yakalamak için kaç defa peşlerinden koştuysam da olmadı. Zaman her zamanki gibi benden hızlıydı. Yetişemezsin dediler, onu da anlattılar dün gece. “Ne alaka?”dedim. Öğrenirsin dediler. Çokbilmişler…

Bir de sinir kavramı varmış. Bazıları sinir-stres diyorlar ama ikisi ayrı şey abi. Bir insanı öfkelendiren, sinirlendiren durumlar varmış. Eğer bu durumlar sevgiyle birleşirse, sinir katsayısı giderek artıyormuş. Benimki de öyle bir durumdu işte. Burada şu soru çok önemli; bu insan sinirlenmiştir tamam ama neden? Şöyle düşünün, evde yalnız başınıza sevdiğiniz insanı bekliyorsunuz üç saat-dört saat. İki yılını verdiğiniz o insan, telefonda bitti diyor. Adam “nasıl!” diyor. “Nasıl olur?” Öyle bir olur ki… Bitebilir, bitsin. Sorun bu değil. Evet, adam bu durumu kurtarmak için konuşmak istiyor fakat bitebilir de. Adamın tek istediği, iki yılını verdiği bu kadının en azından yüzüne karşı bir şeyler söylemesi. Fakat kadın o sıra eğlenmeli arkadaşlarıyla dışarıda. Adamın durumu, telefonda ki isyanı kimin umurunda… Kadın eğleniyor ya işte. Adam sadece, ama sadece, üzülür o iki yıla. Hak etmedim bu davranışı der. Üç dört saat işte böyle geçer. Adama sinirlenir, kadına, hayata her şeye. Kadın sonun da eve gelir fakat uyuyacak işte neden karışıyorsun! Bir yandan “bitti” der bir diğer kelimesi “uyuyacağım” olur. Adamsa sadece bir açıklama bekliyordur. Sonra, bu yaşananların üstüne adam normal olarak sinirinin son safhasına ulaşır. Kadın boşuna korkar, çünkü adam sadece kendine zarar verebilir. Ama kadın yinede “bu adam neden sinirlendi” diye sormaz kendine. “Neden” sorusu önemlidir oysaki. Gururlu, onurlu, gerçekten çok seven ve bu durumda sinirlenmeyecek birisi olabilir mi? Evet, bu soru da önemlidir.


6.30.2010

saçmalık.



Bir adam var. Aramıyor, sormuyor merak etmiyor, öğrenmek istemiyor ama bu konu önemli! Fark edemiyor ne kadar önemli olduğunu. Belki fark etmek istemiyor. Oysaki ne olursa olsun araması gerekirdi. Neyi doğru yapmıştı ki zaten hayatta, bence kızmamak gerekir. Sonuçta, siz karşındakinin sizi anlayabildiği kadar anlayışlısınızdır. Anlayışlı olmayan birinden de araması beklenemez ya… Şöyle de olabilir; o adama kırılmak da yanlıştır. Sonuçta sizin kırıldığınızı bile anlayamaz, siz önünde can verseniz dönüp bakmaz bile. Şu açıdan bakarsak; belki de adam, nasıl oluyor bilmiyordur ya da ne kadar kolay. Mesela o adam, rüzgârda savrulan bir yaprak gibi yok olup gitse bile arayacaktır! Aramalıdır da. Ya da siz o adamı buruşturup çöpe atsanız… Ee ne olmuş? Arayacak! Peki, mesela uzak bir arkadaşına davranmayacağın gibi, sokakta hiç tanımadığı birisine davranacağından daha kötü davranılsa? Saçmalamayın! Arayacak! Çünkü siz sarıldınız. Ya da sarılarak terk ettiğinizi sandınız.

Once.





















İrlandalı müzisyen, aynı zamanda “The Frames” grubunun vokal/gitaristi Glen Hansard ve Çek müzisyen Marketa Irglova muhteşem bir filme imza atmışlar. Ben de bu ikiliyi filmle birlikte tanıdım. Tamamı el kamerası ile çekilen film duygusal-romantik bir ilişkiyi anlatıyor. Gerçek iki müzisyenin ilk oyunculuk başarısı da oldukça güzel. Film, bu ikilinin besteleri arasında geçiyor. Bu bestelerden “Falling Slowly” en iyi film şarkısı dalında Oscar’a aday oldu ve kazandı.

İnsanın içindeki saf duyguları çıkartan bu film benim için çok anlamlı. Filmin şarkıları, şarkı sözleri büyük bir özenle ve terk edilmişlikle yazıldığından, etkileyici değeri çok büyük… Britanyalı müzisyenlerin (Damien Rice, James Blunt gibi…) ortak özelliği saf duyusallık çerçevesinde aşkı anlatmaları. Glen Hansard’da bunlardan biri.

İzlemenizi tavsiye ediyorum.

Falling Slowly

When your minds made up

6.28.2010

n. e. m.


İşleri yoluna koymak için gereğinden biraz daha fazla çaba sarf ediyorum şimdi. Birçok parça kırıldı, tuzla-buz oldu yüzler. Berabere devam eden bir karşılaşmada kazanma şansım azaldı. Gölgelerden kaçmak pahasına da olsa kazanacağım “bir şekilde”.

Neden yapıyorsun anlamıyorum. Yapma. Ben o şarkıyı senden dinlemeyi seviyordum. Senin hissettiklerin farklı olsa da bir telefon konuşması incitebilir beni.

Ben çalardım o şarkıyı, sen söylerdin.
Keşke, yalnız bunun için.

6.23.2010

...

üstüm başım ıslanmış, İstanbul'a yağmur yağarken. yüzüm yağmura dönmüş, sahte şemsiyelerin altından. ellerim ruzgarın arasında dolaşmış, bedenim üşümüş. bugün ayın yirmiüçüymüş. ruhum kaç defa geri dönmüş.

c.s.


Bekarlara ev vermiyorlar, doğru; 
Evlilere kız vermedikleri de doğru, 
Bu yüzden bir gün seni bırakırım ya, 
Tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu. 


Evet, gün geliyor bıkıyorum senden 
Ama İstanbul’dan bıkmak gibi bir şey bu, 


Git, istersen, cüzam kap bir yerlerden, 
Görmek istersen, nicedir, tutkunluğumu.

6.22.2010

ada.


Yükselmek veya alçalmak, her şeye çok yakın gibi hissediyorum. Yükseldikten sonra tekrar dünyaya dönmek veya alçalarak iyice yerin dibine girmek. Kulağımda melankolik, anlamsız, duygusal, aşık, insanı düşüncelere sürükleyen notalar. Benimle eğlenerek bir dalga önümden geçiyor, yakalayamıyorum onu. Gitti bile. Düşecek mi kalacak mı korkusu yaşayan ve nereye gittiğini bilmeyen bir uçak gökyüzünde. Adalarda fırtınalı bir hava var bu gece, fotoğraf makinesinin flaşı gibi şimşekler gökyüzünü bir anda aydınlatıyor. Ellerim hâlâ titriyor ve fotoğraf flu çıkıyor. Yıllardır bu fluluğa o kadar alışığım ki, kendi inime dönmüş gibi hissediyorum.

Boşlukta sınırsızca yüzerken gözlerim kapalı. Elimden tut sıkıca, çok iyi yüzme bilmiyorum. Boğularak ölmek en kötü ölümlerden biri değil mi? Peki, en iyi ölüm hangisi? İntihar ederek kendin belirlemek mi zamanı? Yaşlanarak ölmek mi? İnandığın bir düşünce uğruna ölmek mi? Sevdiğin kadın için ölmek mi? Ellerinden gelen ölüm mü? Ne olursa olsun, her dakika ölsek keşke ve tekrar dönsek biz bize.

Şimdi de adaya giden bir vapur geçiyor önümden. Gece yarısı olmasına rağmen hava sıcak, deniz suyu ısınmış. Ne yaparsak yapalım soğumuyor, suyumuz ısınmış bizim bir kere.  

İnandıklarım uğruna boğuluyorum. Yazdıklarım bile birbirini tutmuyor. Koyu bir psikolojik durum hüküm sürüyor.
Aynı gömlek aynı pantolon var üzerimde. İyi de bunun ne anlamı var? İyi de nelerin anlamı var? Bir dakikanızı isteyeceğim güzel bir şarkı çalıyor.

Vakit gelmiş, vazgeçiyoruz kim olduğumuzdan, kim olmak istediğimizden, bizden, rahatça nefes almaktan.

6.21.2010

..

tavan arasında birlikte Cemal Süreya okumak.


keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

yapma.


Sen yaşamadın, “sen.ben - biz” yaşadık. Sen bıraktın, ben kurtarmaya çalıştım. Sen beni hiçe sayarak sevgisizce sustun, ben konuşman için yalvardım. Sen konuştun, ben dinledim, hayran oldum. Sen küstün eğlenmene baktın, ben yıkıldım. Sen delirdin, ben delirdim, ben düzeleceğimizi umdum. Sen kavga ettin, ben kavga ederken kaçtın. Sen yüzeysel gözyaşları döktün, ben o gözyaşlarıyla senden çok daha fazla acı çekerken kendimi serinlettim. Sen yıktın beraber olduğumuz evi, ben onarmaya çalışırken kayboldum. Sen öldürdün beni, ben hapse girdim. Sen ıslandın, ben hâlâ yanıyorken. Sen evlenmeyi düşündüğün bir insanı duygusuzca terk ettin, ben hayal kurdum. Senin kurduğun hayaller fantastikken, ben gerçekçi düşündüm. Sen hastalandığında, ben, ben yanında olmadım mı? Sen taşındın, ben yeni bir işi geri çevirip, gururumu ayaklar altına alıp Türkiye’ye döndüm. Sen orada olmamı istedin, ben orada olamadığım için kahroldum. Sen yalnız uyuduğunu söyledin, her gün senin yanında kalacakken, sen gözlerime bakarak sevdiğini söylerken, sabredemedin. Sen camdan kadındın, kırıldın ve benim her yanım kesik içinde. Sen, sakın bana tek yaşadım deme, en azından saygı duy. Sen tek uyudun, ben kırk derece havada titreyerek uyudum. Sen tek ağladın, ben, ben.

Bunların yanında akkavakkızı,

Senin sorumsuzluğun yüzünden ben binlerce kilometre öteden babalık duygusu yaşarken kahroldum. Ben, senin için yaşarken, sen sadece kendin için yaşadın, Aylarca ben seni bekledim. Ben senin en ufak üzüntünü dinledim. Ben seni yanlışlardan döndürmeye çalıştım. Ben, bana sayfalarca yalan söylerken, yanında oldum. Ben, ailemi karşıma alıp seni savundum. Ben o insanları seni sevmesini sağladım. Ben annen için koşturdum. Ben acı çektim. Sen acımasızlaştın. Sen umursamadın. Sen kendine sahte arkadaşlar edindin. Ben metro çıkışında hayatımın en kötü gününü yaşamama rağmen, yanında oldum. Hata yaptığım zaman bin kere üzüldüm, senin hatalarını ise sadece affettim. Ben sevgiye inandım. Ben sana aşkta oyun olmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Düşecekken ben tuttum seni. Ben, kurtardım bizi yıkımın eşiğinden, kaç kere. Kaç kere yapma dedim. Ben senin için yaşadım. Sen bunu göremedin. Ben senin elinin değdiği bir eşyayı bile sevdim, sen “elimi” bir nesne olarak sevdin. Ben sevgililer gününde param olmadığı için uyuyamadım. Ben seni mutlu edebilmek için borçlandım. Bana evde oturmak bile yetecekken, belki sen eğlenmek istersin diye ben para buldum. Ben seni değerli bir insan yapmaya çalıştım. Ben, başarısız oldum. Ben. Ben. Ben. Bu böyle devam eder. Binlerce yüzbinlerce ben. Yapma. En azından hakkını yeme “biz”in.

6.19.2010

uzak liman

Arkadaşlarım yanımda. İkisi uzaktan arayarak diğerleri görüşmek isteyerek yardmcı olmaya çalışıyorlar. Olanlara anlam veremiyorlar. Benden mantıklı düşünmemi, dışarı çıkmamı biraz gezmemi istiyorlar fakat benim uyuyacak halim bile yok. Sıkılıyorlar hareketsizliğimden, suskunluğumdan, geçer diyorlar.

İçi, günümüzde rastlanmayan cinsten saf, temiz, tutkulu bir aşkla dolu olan gemi batıyor. Bu gemiyi limana çekebilir misin? Kurtarabilir misin gemideki duyguları, yaşanmışlıkları? Nasıl bir fırtınadır bu gemiyi batıran…


Daha da çok, senin gözünde sıradanlaştığımı düşünüyorum. Beni umursamayan, kahrolurken arkadaşlarıyla eğlenebilen bir insan haline gelmen yaralıyor beni. O benim. Ben. Başkası değil. O gece hiç aklından geçtim mi? Bir dakika bile olsa, bütün duygularını kapatıp, alkol ve sigara dumanlarının eşliğinde aklına geldim mi? İlk zamanlarda bunları yapabilir miydin? Yanındayken, ben yokmuşum gibi davranabilir miydin?

 Aslında bunların hepsi senin suçlu olmandan kaynaklanıyor. Suçlusun. Bir çuval inciri mahvettin. Bir geleceği kararttın ve birkaç kurdelayı çöpe attın. Bundandır sinirin, öfken, eğlenip dağıtma isteğin. Avuçlarının içinden kayıp giden mutluluğu kaçırdığını biliyorsun. Sen de çok iyi biliyorsun ki, yaptıklarınla sadece kendinden intikam alıyorsun. Kendini cezalndırıyorsun.

Kendi evimde dahil huzur yok bu günlerde. Birkaç hatırlaması kolay etkisi büyük anı etrafımda. Ben hâlâ olduğum yerdeyim. Ve umarım senin evinde huzur vardır.


6.18.2010

alçalır insan


Sarılamadım. Eğer sarılsaydım gidemeyeceğimi biliyordum. İçimi kaplayan yoğun karanlık, seni görmeme de engel oluyordu. Yinede gitmeden az önce, senin gözyaşların bedenini kirletirken, korkak korkak izledim seni. Gelecek hayalleri kurduğum ve belki bir daha göremeyeceğim o yüze defalarca baktım. Her zamanki gibi senin haberin yokken, seni izlediğimi ve yavaş yavaş yüzlerce-binlerce parçaya kırıldığımı bilmiyorken. “İnsan ölmektense bütün ömrünü bir uçurum kenarında geçirebilir” demiş yazar. Hayat o kadar değerlidir ki, o an öldürüleceğini bilse, bir metrekarelik uçurum kenarında senelerce yaşayabilir insanoğlu. Ölümü seçmez, o kadar alçalır. Ben de sana sarılmadan, sana dokunmadan bir ömür boyu sadece seni izleyerek yaşamayı tercih ederdim. Bu yeterlilik bana fazlaydı bile. Üstü kalsın.

Evimizde ki eşyalar vardı birde. Her birinde emeğin olan… Seni “bizi” anlatan, hepsi sen kokan, parmak izlerinin olduğu, görünce seni hatırlatan eşyalar. Tek tek değerli bir varlık gibi inceledim onları. Sonuçta benim emeğim de vardı onlarda. Benden de birer parçaydılar. Odanın ben gittikten sonra değişmiş halini hafızama kazıdım, dokundum bazılarına. Zaten belleğimin en dibinde yer alan onca yaşanmışlık arasında bu pek de zor olmadı. Yer etmişsin aklımda. Birkaç da kıyafetim vardı, senin ellerinin değdiği katlayıp koyduğun. Attım onları. Sen yanımda yokken giymektense daha değer kazanacakları –çöpte- olmalarını yeğledim. Daha sonra, sana aldığım çerçeveden ve duvarda yapışık duran fotoğraflarda kendimi göremedim. Hangi fiziki acı bunun karşılığıdır acaba? Sonsuza kadar kaldırılmıştım. Sadece duvardan ve çerçeveden değil, senin hayatından da. Ne kadar ilginç; duvardan eksilen birkaç basit fotoğraf bile kaybolan bir insanı anlatabiliyor. İşte varsın ve yoksun! Bir fotoğraf kadar basitiz aslında. Duvardan indiriliyoruz ve düşüyoruz. O kâğıt parçası kadar değerimiz var mı hayatta, senin gözünde?

Kapıdan çıkarken o binadan son kez çıktığımı biliyordum. Kendimi koruyamayacak kadar zayıftım o kapının ardında. Kapalı hücreye hapsolmuş bir mahkûm gibi çaresiz, bitik. Ellerimde kilolarca yük dışarı çıktım. Hayır, onlar ağır değillerdi. Ruhumdaki ağır enkazın ve dağılmış duygularımın yanında lafları bile edilmezdi. Sonra, ayaklarım geri geri giderken birkaç adım daha yürüdüm. Bir an döndüm ve seni görme umuduyla, belki penceredesindir diye sana baktım. Oradaydın. Fakat metreler hesaplayamıyordu bu uzaklığı. Bir hayat kadar uzakta mesela, iki yıl kadar, üç dokunuş kadar… Uzun süre bakamadım yüzüne, kafamı çevirdim ve ilerledim. Bir daha döndüm, yine oradaydın. Ve gittim. Evet, gittim fakat caddeye çıktığımda otuz saniyede bir arkama bakarak. Belki takip etmişsindir, belki hayata dönmüşsündür diye. Dedim ya “ölmektense, uçurum kenarı tercih edilir”.

6.17.2010

deniz.




Pazar günü tekneyle açıldım biraz. Bazen hayatta nefes almak ve ayakta durmak çok zor olabiliyor. Denizle baş başa kalmak bu kaybolmuşluk arasında yorulmuş kalbi biraz olsun huzurla dolduruyor. Dalgalara karışan yalnızlıkla beraber müzik dinledim ve düşündüm iki yılı. Bitmiş iki yılı. Bu o kadar da kolay değildi. Dalgaların bir noktasına kilitlenmek, boş gözlerle bakmak… Birazda sırtüstü uzanıp gökyüzünü izlemek gerek. İçine sığamadığımız gökyüzü. Bizi dışarı fırlatan gökyüzü. O an orada yalnız olduğunu bilmenin hissi de çok güzel. Öteden birkaç tekne daha geçiyordu fakat bana uzaktılar. Beni göremiyordular, farkında değillerdi belki de orada olduğumdan. Farkındalık hissi yıpratıyordu beni daha sonra. Nerede olduğunun, nasıl olduğunun, ne durumda olduğunun farkında olmak… Yaşananlar bir kâbus muydu yoksa? Uyanacak mıyım birazdan? Çok yorgunum uyandırmayın beni. Kafam da güzel zaten yerimden kalkacak halim yok. Eğer bu bir rüyaysa biraz daha uyuyayım lütfen!

Sonraki bir gün sahilde yürüdüm mesela. Orada insanlar vardı. Gözümün içine bakan, beni inceleyen insanlar. Birde suratıma sert bir şekilde yalnızlık fırlatan dalgalar. Peşimi bırakmamışlar. Her zamanki gibi birkaç hayalet de oradaydı. Gülümsedim bazılarına. Yukarıdaki kare hoşuma gitti sonra. En azından ben öyle düşündüm çünkü hiçbir şeyden zevk almıyorum bu aralar. Gitar bağırıyor çal beni diye, kitaplar tozlanmış, eve gitmek ölüm, yemekler tuzsuz, içkiler yine güzel.

Çok yorgunum bu aralar. Nefes almakta zorlanıyorum. 

6.16.2010

koma



bir gün daha bitti önümde
günler gelir geçer ve antibiyotikler
kimim ben? bugün ne günlerden?
kırk derece yüksek ateş 
ve kıskançlık
bu zayıflık anında
bir aşkın komasında
Kıskançlık aktığında durmaksızın damarlarımda
Sen ilacımsın
susuz yuttuğum
bir türlü gitmeyen ne yapsam da boğazımdan


-teoman-

6.14.2010

eğer aklına koyduysan.

Yıkanıyorum. Sular dökülüyor üzerimden. Kirli-paslı sular. Kendimi arındırmaya çalışıyorum senden. Bedenim çürümüş, ellerim titremiş, ruhumun tarihi geçmiş. Yorgun düşmüşüm, bitmişim, tükenmişim. Terk edilmiş bir bedeni, terk edilmiş bir ruhu yaşatmaya çalışıyorum. Yoğun bakımdayım. Bana yaşattıkların mıh gibi aklımda. Zihnim karanlık. Kafamı ne tarafa çevirsem, gözlerim ne kadar kapalı kalsa gitmiyorlar. Gidemezler! Bir yandan etrafımda yüzlerce, binlerce kelime uçuşuyor. Yazıya dökülmeyi bekliyorlar fakat o kadar karışık ki orası, seçemiyorum.  Bu birazda cımbızla bir tek saç teli yolmak gibi. Doğru tel hangisi? Evet, yazılar dökülmek istiyor ellerimden fakat bizim için değil. Kendi duygularım, kendi yaşadıklarım, kendi sevgim için. Sen kendini ararken, ben kendimi biliyorum, kendi hislerimi tanıyor beni. Kendimi anlatmaya çalışacağım bunda sonra. Bu hissettiklerim ilk değil neyse ki… Son mu bilmiyorum.


Yinede ne biliyor musun; bir gün bir isteğin olursa biliyorum ki “koşarak gelmeme değecek olmasa da” koşarak gelirim. Beliririm kapında. Ama eğer sen aklına koyduysan, değiştirmeye çalışmanın, konuşmanın bir anlamı yok. Durdurmaya çalışmanın bir anlamı yok. Peki, bizim farkımız neydi herkesten? Zorluklar üzerimize geldiğinde kaçmamız mı? Boşver. Sen üzülemezsin ne de olsa ölümde, ayrılıkta. Körelmiş duyguları canlandıramazsın. Senin üzgünlüğün bir an, senin gülümsemen bütün gün. Bu yüzden savaşmanın da bir anlamı yok.

Bana her sinirlerini kontrol edemiyorsun dediğin an bilmiyordun ki o sinirler kaç sevgiden oluşuyor…

6.11.2010

...



İşleri biraz olsun düzeltebilmek için diplerden yüzeye doğru kazıyorum şimdi. Bazı yanlış anlaşılan duygular durumu zorlaştırıyor ve geride şüphe bırakıyor. Bu gittiğim zorlu yolda, sen başımı döndürüyorsun, ben ise sana ayak uydurmaya çalışıyorum. Belki zamanı biraz daha yavaşlatabilirsen senden sadece sevgi beklediğimi göreceğinden eminim. Sevgi dolu birkaç sözcük sadece, her şey için. 

5.15.2010

..




yuvarlanıyorum. yuvarlanıyorum.
ellerinde
doldur bu boşluğu, doldur aşk ile
bugün mükemmel bir gün olacak
karanlık değil her yer
içine sar, kapat beni tekrar tekrar
ellerinin yumuşaklığı
biliyorsun ki ben senin kahramanınım
her uyandığında seni öpen, öpmek isteyen.

5.14.2010

Mayıs

Gün boyunca altı-yedi cümle kurduk. Altı-yedi basit cümle… Meşgulüz biz. Hayatın meşguliyeti arasında dolanıp duruyoruz. Görüşemiyoruz bazen ve tam o anlarda senin sesine muhtaçken erteleniyoruz. Sonu olmayan zaman diliminde hesaplanmayacak kadar önemsiz dakikalar fazla geliyor. Birazda pahalıya mal oluyor bize dakikalar. Düşüncelerle saat, uykusuzlukça saniyeler olarak geri dönüyor.

Günün birinde bir adam geliyor. Merdivenleri çıkıp odanın evin içine giriyor. Odanın içi loş ışıkta boğulmuş sadece fotoğrafların yansıttığı küçük bir aydınlık var. Duvarlar fotoğraf olmuş, fotoğraflar duvar kâğıdı. Adam odanın içini dolaşıp eşyaları inceliyor teker teker. Özenle dizilmiş eşyaları, sandalyeleri, masayı, yatağı… Az önce odadan çıkılmış belli içeride ağır tütsü kokusuyla birleşmiş, insanı bir anda sarhoş eden mutluluk var. Bu öyle bir koku ki, her hissedenin yüzünde ister istemez bir tebessüm oluşturuyor. O evin içindeki hayata dahil oluyor bu kokuyu koklayanlar, kendilerinden geçiyor. 


Adam odayı inceledikten sonra odanın dört duvarını kaplamış olan fotoğraflara tek tek bakıyor. Mutlu insanların fotoğraflarıydı bunlar, daha çok mutlu iki insanın. Heyecanlanmaktan ve şaşırmaktan kendini alamadı adam. Bu fotoğraflardan neredeyse o insanların hayat hikâyeleri okunabilirdi. Yaşanmışlıklar, eğlenceler, tebessümler, aşk, sevgi ve diğer, insanın içini dolduran duygular. Adam birkaç dakika sonra daha yakından incelediğinde tek bir mutsuz fotoğraf gördü. Koskoca odanın dört duvarında tek bir mutsuz fotoğraf. İçten içe sevindi adam gördüğü bu fotoğrafa. İçinden “demek ki her şey mükemmel değilmiş, her mükemmelin içinde az da olsa birkaç kırık bulunuyormuş” dedi. Çünkü kendi hayatı kırıklarla doluydu. Kapıyı açık bulup girdiği bu evde gördükleri onu derinden sarsmıştı. Neydi bu mutluluğun sebebi? Para mı, aşk mı, sevgi mi? Hayatı boyunca anlayamamıştı bu sebepleri. Şu an bu fotoğraflardaki insanların evde olmasını ne kadar da isterdi. Onları canlı görmek, fotoğraflardaki herkesin yaşadığına emin olmak, bunların bir düzmece değil de gerçekten yaşandığına yürekten inanmak isterdi. Kendini düşünmeye başladı daha sonra, kaybolmuş, yolunu bulmuş su gibi ayaklarının altından akıp gitmiş hayatını. Neyse ki bu düşünceleri aklından çıkarıp atması uzun sürmedi. Dedim ya, insan mutsuz olamaz bu evde. Koku var çünkü insanı kendine çeken.

Gitmeden önce, uzun süre göremeyeceğin bir insanla vedalaşır gibi odaya son bir kez baktı ve kapıyı aynı şekilde açık bırakıp evden çıktı. Ne de olsa yakalanmaması gerekiyordu yabancısı olduğu bu evde. Kapıdan dışarı çıktı ama gitmedi. Bir üst kata çıkıp evin kapısını gözetlemeye başladı. Az bir zaman sonra merdivenlerden koşar adımlarla çıkan bir çift solukları kesilmiş bir şekilde içeri girdiler. Adam fotoğraflardaki çifti görünce bir çocuk gibi heyecanlandı ve sevindi. “Gerçekler işte, gerçekler!” İçeriden gelen gülüşme seslerini dinlemek için tekrar kapının önüne geldi. Az sonra bir müzik sesi duydu. Genç delikanlı gitar çalışıyor, genç bayan söylüyordu. Adam şarkıyı dinledi ve şu kısacık zaman içinde yaşadığı yüzlerce duygunun etkisiyle tüyleri diken diken, sakince yürüyerek gitti.

4.06.2010

.

Sadece, önüne geldiğim yol ayrımında
seni takip ettim.



4.01.2010

B.

My heart is under arrest again
But I break loose
My head is giving me life or death
But I can't choose
I swear i'll never give in
No, I refuse

Is someone getting the best, the best, the best, the best of you?



(Foo Fighters - Best Of You)


3.30.2010

L.

bu aralar bayılıyorum sana "Lucky".


3.29.2010

senle ben değil, sen-ben

Aşk varsa imkansız yoktur.



Odamdayım. Nefes alamıyorum, sağlıklı düşünemiyorum, kendimi tanıyamıyorum. Paranoyak hareketler ve şizofren düşünceler var aklımda. Yatağımda uyuyamıyorum yine, televizyona boş gözlerle bakıyorum. Aklımın bir yanı, hayır hayır hepsi sende. Üç gündür anlamsızım. Seni düşünüyorum, yaşadıklarımızı şu anda ne yaptığını. Bunlar basit ve benim durumumda olan herkesin düşüneceği hisler. Ama ben farklı olarak seni kokluyorum, seni yaşıyorum. Bedenim yanında olmak istiyor. Farklı bir duygu bu her anlamda aklımı tamamen sarmış ve son nefesime kadar peşimi bırakmayacak biliyorum. Kısacası; seviyorum seni. Önünde eğilip sonsuza kadar yalvaracak kadar. Ayaklarına kapanıp beni çiğnemene izin verecek kadar. 


Daha sonra buluşuyoruz seninle. Ben bitkin, olumsuz, düşkün, sen hayat dolu fakat perdenin arkasında yıkılmış, özlem dolu. Gözlerinin içinde görüyorum bunları. O gece sen mi söyledin bana o kahrolası sözleri? Ben mi hâkim olamadım kendime? Hayır yapmadık. Yapamayız! Bizim bulunduğumuz, senin olduğun yer bambaşka, aydınlık ve huzurlu. 


Farklı duygular hissettiğimiz. Evet, karşılaştık seninle, buluştuk. Oturduk ve masaya yatırdık bizi. Oysa ben adam akıllı dinlemedim seni. Bunları ilk defa buradan okuyacaksın. İki saat boyunca seni izledim, dudaklarını, gülüşünü, kadehi tutuşunu, ellerini, sana ait olan her şeyi. Paylaştığımız hayatı düşündüm. Masadan kalkıp sana sarıldığımda yine aynı sendin. Farklı bir kadına sarılmadım ben. Benim için şarkı söyleyen kadına sarıldım tekrar. Beni hâlâ hiç eksiltmeden kendini delice seven kadına.


Aradan bir hafta geçti. Şuanda, ben bunları yazarken arkamda uyuyorsun ya da uyumaya çalışıyorsun. İçimdeki paha biçilmez mutluluk giderek artıyor. Ben duygularımdan eminim ve seninde emin olduğunu biliyorum. Hayatımı adamışım sana. Onursuzun olmuşum. Tekrar birleştik şimdi. Seni hissediyorum yeniden. Tanrım seni hissetmek ne güzel... Biliyorum yazı yazmakta geciktim fakat bundan değişik bir anlam çıkarma ne olur. Sana değer kelimeleri bulmak çok zor. 


Hemen arkamda uyuyorsun. Aşk varsa imkânsız yoktur. Birazdan yanına uzanacağım da imkânsız değil, senin bana bira ısmarlayacağın da. Güneş üzerimize doğuyor, sen-ben gündoğumunu izlemeye gidiyoruz. Ve öylece kalıyoruz.

3.18.2010

my baby shot me down


2.28.2010

geri dönüş

 28.02.10 Pazar
 Saat: 15:13

Ilık ve güneşli bir ilkbahar günü gibi ilişkimiz, hâlâ heyecanlandırıyor ve yaşama isteği uyandırıyor.

Aradan geçen haftalardan sonra sana yazmadığım her kelime, yazılmamış günlerin hırsıyla üzerime geliyor. Eski defterler açık, mumlar erimemiş, sokak lambaları üzerimizde. Kelime havuzu boşalmıyor, sadece azaldığını anımsıyorum. Anlatılacak anılar, hikâyeler bitmemiş, sadece yazıya dökülmeyi bekliyorlar. Belki çok basit bir açıklama “bazen olmuyor işte”. Oysa bizim nefes alıp verişimiz değil mi yazılar? Kendimizi huzursuz hissetmiyor muyuz durunca?

Kitaplar okudum bu arada, hayatlar öğrendim, yüzler tanıdım. Hepsi farklı birer hikâye, farklı yaşamlar. İnsanoğlunu çözmek çok zor… “Bir insan ölmektense, sadece bir uçurumun kenarında yüzyıllarca yaşamayı yeğler” der yazar. Evet, insan şartlar ne olursa olsun, her koşula her duruma ayak uydurabilir. Bunun gibi düşünmem gereken çok şey var, yazmam gereken.

Sanırım bir yaş daha büyüdük biz ama yaşlanmadık. Sen hâlâ güzelsin, ben hâlâ seviyorum. Ellerimizde, yüzümüzde tek bir kırışık yok. Yazacaklarım sana adanmış, hayatım gibi. Parmağının dokunuşu yeter.

Lütfen sen de gel.

1.25.2010

Papatyalar teker teker denize doğru süzüldü. Kelimeler yüzleştirildi. Sana lâyık değillerdi kelimeler. Hayır! papatyalar. Bir düşünce, bir düşünce daha. Ölen papatyaların kokusu. Ceketimde kırmızı papatya lekesi. Yazamadığım kelimelerde sen. Etrafında binlerce heyecanla sana koşan ben. Yinede hiç biri sana layık değiller. İnsanlar. Hayır! papatyalar. 


Fakat yinede


Sana çiçek almayı özledim.