Önsöz

Fotoğrafım
Köprünün üzerinde omzumda uyurken, seni izliyordum, boğazı aldatırken.

11.07.2008

En mutsuz anımmış, bilmiyordum.


Bundan iki yıl önce bir Temmuz sabahıydı. Sıcaktan kavuran güneş, odama girerken mutsuz uyanmıştım. Çünkü o büyük gün gelmişti. Karşıya geçip Taksim’e gidecek ve kız arkadaşımla ayrılık konuşmasını yapıcaktım. Hiç beceremezdim bu konuşmaları ne varki bir gece öncesinden yazdığım iki sayfalık mektubumla hazırlıklıydım.
Yatağımdan doğruldum ve hemen sağ tarafımdaki penceremin önünde düşünceli düşünceli dışarı bakmaya başladım. Henüz saat 10.00 olduğu için, önümdeki sokağın boşluğu ve sessizliği beni hüzünlendirmeye yetmişti o Pazar sabahı. İşte tam hayatın anlamı ve değeri hakkında düşünürken, salondan gelen bir sesle irkildim, bozguna uğradım, ve bütün o güzel Pazar sabahı hakkındaki düşüncelerim aklımdan sildim. “Hadi oğlum kalktıysan git de şu fırından iki ekmek al. Seni bekliyoruz bi saattir!” Tanıdık bir sesti bu. Salondan, annemden geliyordu. O ses bütün o melankolik havayı dağıtmış, yerine fırına gitmek için eşortman giyme çabasını getirmişti.
Fırından geldim ve hiç konuşmadan hemen sofraya oturdum. Sofrada kimseyle konuşmuyor, üzgün bir edayla tabağımdaki kahvaltılıklarla oynuyordum. İçimden “birazdan neden üzgün olduğumu sorarlar ve yine o havaya girerim dedim”. Fakat annem tam bu düşüncenin ardından; tabağımdaki peyniri bitirmeden sofradan kesinlikle kalkamayacağımı söyledi. Ve artık zor sinirlenen ben, sinirlenmiştim. Bu söylemlerle düşünceli olamazdım!. En iyisi Beşiktaş’a geçiyim ve bir iki arkadaşımla vakit geçiriyim dedim. “Ben dışarı çıkıyorum” deyip sofradan kalktım, odama geçip en sevdiğim tişörtümü ve pantolunumu giydikten sonra kendimi dışarı attım.
Bostancıda ki taksim dolmuş durağına geldim ve hemen ilk sıradaki dolmuşa bindim, arkadaki cam kenarına oturdum. İstanbul’da her Pazar sabahı olduğu gibi o sabahta yollar bomboştu. Yanağımı cama dayamış Boğaz köprüsünden boğazı izlerken içimden “keşke her gün trafik bu kadar boş olsa lan” dedim ve kendimden tiksindim. Boğazın esrarengiz güzelliği bile beni hüzünlendirmeye yetmemişti.
Beşiktaş’a geldiğimde saatime baktım ve henüz o büyük buluşmaya 1 saat olduğunu farkettim. Kabalcı Kitap evinin( ki en sevdiğim kitapçıdır) önünden Ihlamur Dere caddesine doğru yürürken Kitap evinin az ilerisindeki pastanenin önünde Çetin’i gördüm. Çetin pastanecinin oğluydu. Aynı ilk okulda okumuştuk Çetin’le. Tam “ee nasıl gidiyo?” yla başlayan cümlerlerle sohbet ederken Çetin’in babasının sesi yankılandı kulaklarımda. Ses tam olarak şöyle diyordu: “ Oğlum çekilde şuraya bi kova su dökiyim tozdan geçilmiyor!”. Ben tam Çetin’in arkasında olduğum için babası beni görmemiş, Çetin’de adi bir arkadaş gibi çekilmişti. Babası da suyu fırlatırken aynı anda bağırdığı için suyun üzerime geldiğini farkedicek zamanımda yoktu. Ve o en sevdiğim ve bugün için sakladığım tişörtüm sırlsıklamdı artık. Donup kalmıştım, ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Tişörtümle beraber, ezberlemek için yanıma aldığım “ayrılık mektubum” da ıslanmıştı. Birde Çetin’in “olum hava çok sıcak zaten, serinledin lan ehe ehe “ şeklindeki kahkahası eklenince, geri döndüm ve ilk otobüsle hemen Taksim’e gittim.
Otobüsten garip bakışlar ve gülüşmeler eşliğinde indikten sonra meydandan İstiklal Caddesi’ne doğru yürürken “neyse yarım saatim daha var umarım kurur” diye geçirdim içimden. Tam meydandaki Burger King’in önüne geldiğimde, donuk bakışlarla sigara içen Pınar’ı gördüm. O da işi olmadığı için buluşmaya erken gelmişti. Bu kadarı da olmazdı! Pınarın yanına gitim, elini tuttum ve etkileyici bir ses tonuyla : “konuşmamız lazım” dedim. Fakat Pınar beni dinlemiyor “ne oldu canım sana? Ne bu halin” dedikten sonra gülmeye başlıyordu. Talihsiz olayı anlattıktan sonra Pınarı durdurmak artık imkansızdı. Ne desem gülmeye başlamış , benim o üzgün havamdan eser kalmamıştı. Daha da kötüsü bende onunla birlikte gülmeye başlamış, Çetin’e ettiğim küfürleri sayamaz olmuştum.
O gün de konuşamadım Pınarla… Ama herşeye rağmen akşam eve dönerken çok düşünceliydim.

3 yorum:

miracsaral dedi ki...

Genel olarak incelediğimizde ben kendi adıma bu tür öyküleri seviyorum. Başlamadan önce kafada kurulmayan kurguları, yazdıkça genişleyen olay örgüsü ve şehir hayatını bize tanımlatan "soğuk" sonuyla bence iyi bir çalışma olmuş.

Yine de bazı yerlerde zorlamalar gördüm, mesela o günün Pazar olduğunun üzerine çok vurgu var. Sayabildiğim üç yerde Pazar olduğu söylenmiş. Bu tür zorlamalar okuyucuyu biraz öyküden soğutabilir. Mesela "Henüz saat 10.00 olduğu için, önümdeki sokağın boşluğu ve sessizliği beni hüzünlendirmeye yetmişti o Pazar sabahı". Yani, burada zaten saatin 10 olması, yeni kalkman ve sokağın boş olması, sabah olmasını kanıtlar. Orada sadece "o pazar" yazsan daha anlaşılabilir olabilirdi.

"O ses bütün melankolik havayı dağıtmış, yerine fırına gitmek için eşortman giyme çabasını getirmişti." Mesela, bu cümleyi kendi adıma çok samimi buldum. İnsana doğru düzgün bunalım yaşatmayan aileleri çok iyi tanımlamış. Öyküde az çokta Umut Sarıkaya etkileşimi gördüm.

Çok tebrik eder, yazın hayatının devamını dilerim.

Arturo dedi ki...

eleştirilerin ve övgülerin için çok teşekkürler.
dikkate alıcam.

Maybe. dedi ki...

böyle eleştiriler almaktan hoşlanıyorsan, siyahkahve'ye de yazabilirsin hayatım. (: